Tıp Dünyasını Daha Yakından Tanımak İsteyenlerin İzlemesi Gereken En Başarılı 15 Film

Vizyona girdiği günden itibaren büyük bir yankı uyandırmayı başaran film, iş seyahati sırasında solunum yolu ve temas ile bulaşan bir virüse yakalanan Beth’in hayatını kaybetmesiyle başlar. Sağlık ekiplerinin hızla yayılan salgını kontrol altına almak için gösterdiği çaba ve insanların yaşadıkları, size çok tanıdık gelecek. Filmi izlerken kendinizi

Yalnızca eski askerler ile ilgilenen Veteran Hastanesi, tedavi edilmesi gereken yüzlerce hasta ile karşı karşıyadır. Ancak hastane, hastalara yetecek kadar yatak kapasitesine sahip değildir. Hastane Başhekimi Dr. Krutz ve Dr. Dreyfoos’un kanunda yer alan Madde 99’u kullanarak hastaların tedavi edilme haklarına engel olması, hastanede görev yapan doktorlar için baş edilmesi güç bir sorun haline gelir. Film, doktorların ve hastaların yönetime karşı olan mücadelesini konu alarak izleyicilerine etkileyici bir dram hikayesi sunuyor.

1999 yapımı film, konusunu gerçek bir yaşam öyküsünden alıyor. Filmde Robin Williams, Patch Adams karakteriyle seyirci karşısına çıkıyor. Dr. Adams, mizahın da hastaları iyileştiren bir tedavi yöntemi olabileceğini savunur. Etrafındakileri rahatsız edecek derecedeki iyimserliği Patch Adams’ı olumsuz etkilese de o, hastalarının hayatına renk katmaktan asla vazgeçmez. Ancak çalışma arkadaşları ve hastane yönetimi onunla aynı görüşte değildir. Doktorluk mesleği ile ilgili ön yargıları kıran bu eğlenceli yapım içinizi ısıtacak.

Gerçek bir cerrahın anılarını konu edinen 1991 yapımı film, hekim-hasta ilişkisinin gerçeklerini beyaz perdeye taşıyor. Filmin ana karakteri Jack McKee (William Hurt), enerji dolu, hırslı ve başarılı bir kalp cerrahıdır. Ancak hastalarına karşı sert ve duyarsızdır. Mesleği boyunca hekim olarak sergilediği bu tavır kanser olduğunu öğrendiğinde tamamen değişir. Filmin başrolünde William Hurt yer alıyor.

Paa, 12 yaşında fakat yaşlılık hastalığından dolayı yaşıtları gibi görünmeyen bir çocuğun başarı öyküsüdür. Amitabh Bachchan’ın canlandırdığı Auro karakteri, hastalığına rağmen oldukça akıllı ve meraklıdır. Hazırladığı bir projenin büyük ilgi toplaması ve ödüle layık görülmesi ise başarının en saf halini gözler önüne serer. Üzülürken bile yüzünüzden tebessümü eksik etmeyecek bu muhteşem yapıtı hala izlemediyseniz çok şey kaçırıyorsunuz demektir.

Lorenzo; üstün zekalı, 3 dil konuşabilen ve hiçbir hastalığı bulunmayan bir çocuktur. Aniden dönemin şartlarına göre tedavisi bulunmayan ALD hastalığına yakalanır. Lorenzo’nun en büyük şansı ise çocukları için her şeyi yapabilecek bir anne babaya sahip olmasıdır. Aile her ne kadar yaşadıkları bu duruma adapte olmaya çalışsa da oğullarının günden güne yutkunamadığını, yürüyemediğini görmek onları daha da üzer. Büyük bir gayretle hastalığın tedavisi için çözüm aramaya başlayan ailenin bulduğu karışım, Lorenzo’yu hayata bağlar. Gerçek bir hayat öyküsünden uyarlanan bu muhteşem film, ailenin ve sağlığın önemini izleyicilerine bir kez daha hatırlatıyor. Film sonunda karakterlere ve esinlenilen gerçek kişilere, gösterdikleri bu sevgi ve çaba karşısında hayranlık duyacaksınız.

Jodi Picoult’un romanından uyarlanan 2009 yapımı filmde lösemi teşhisi konulan Kate’nin, hastalıktan kurtulmak için tek şansı kardeşi Anna’dır. Tedavi için planlı dünyaya getirilen Anna, ablası için geçtiği tıbbi süreçler yüzünden gölgede bırakılan hayatını artık yaşamak ister. Bu kararı ile tüm aile bireyleri sarsılır. My Sister’s Keeper ile ‘Ben olsaydım ne yapardım?’ diye düşünmediğiniz bir an olmayacak.

Re-Animator, H. P. Lovecraft’ın aynı isimle yazılan hikayesinden esinlenilen tıp dünyasının korku ve komedi ile birleştirildiği ilginç bir film. West ve Cain, hastanede tanışan ve aynı evde yaşamaya başlayan iki kişidir. Ürkütücü ve soğuk bir bilim adamı olan West, ölüleri diriltmek amacıyla deneyler yapar. Önce hayvanlar üzerindeki deneyini başarıyla tamamlayan West için sıra insanlardadır. Korku ve gerilimde sınır tanımayan bu muhteşem yapımı izlerken çok şaşıracaksınız.

Morgan Freeman ve Jack Nicholson; başrollerini paylaştıkları filmde ölümün kıyısında olmalarına rağmen hayata tutunmaya çalışan kanser hastası iki ihtiyardır. Aynı hastalık onlara aynı hastane odasını paylaştırır. Ancak Edward’ın küs olduğu kızından başka kimsesi yoktur. Bu yüzden hastalığın ona kazandırdığı tek iyi şey Carter’dır. Bu yüzden beraber hayatları boyunca yapmak isteyip de yapamadıkları şeyleri listeleyerek yola koyulurlar. Ancak bu eğlenceli yolculuk Carter’ın ilerleyen hastalığı ile yarım kalır.

Dr. Jack Kevorkian, iyileşme umudu kalmayan hastalara kendi geliştirdiği bir karışımı enjekte ederek ötenazi uygulaması yapan bir doktordur. Ancak ötenazinin tıp dünyasındaki etik tartışmaların başlıca konusu olması Doktor’un uygulaması ile ilgili tartışmaların ortaya çıkmasına neden olur. Ötenazinin doğru bir ölüm şekli olmadığını savunanlara rağmen Dr. Kevorkian yöntemden vazgeçmez. ‘Ölüm Doktoru’ sizi düşünmeye sevk edecek, gerilim dolu ilginç bir hikaye.

Thierry Jonquet’in ‘Mygale’ adlı eserinden uyarlanan İçinde Yaşadığım Deri, oldukça sansasyonel ve başarılı bir yapım. Filmde, Estetik Cerrah Robert Ledgard yapay deri geliştirme çalışmaları yapar. Doktor yakın zamanda eşini ve kızını kaybetmiştir. Dr. Ledgard’ın yaşadığı travma ise cerrahi dehası ile bir araya gelerek akıllara durgunluk verecek bir uygulamayı gerçekleştirmesine zemin hazırlar. Antonio Banderas’ın muhteşem oyunculuğu ile sizi ekrana kitleyecek bu yapım, sonucu ile de sizi oldukça şaşırtacak.

Film, Ben Carson (Cuba Gooding) isimli yoksul bir ailede büyümüş şanssız bir çocuğun hayatını konu alır. Ben Carson, maddi imkansızlıklara ve başarısız bir okul hayatına rağmen okuma-yazma bilmeyen annesinin sevgi ve gayreti sayesinde başarılı bir beyin cerrahı olur. Yetenekli elleri sayesinde dünyada bir ilke imza atar. Yaşadığı ortamdan büyük bir başarı ile sıyrılmayı başaran Dr. Carson, herkes için ilham kaynağı haline gelir.

Randy Shilts’in aynı isimli kitabından uyarlanan filmde eşcinsel bireylere bulaşan ölümcül bir virüs, AIDS hastalığının ortaya çıkmasına neden olur. Başlarda yalnızca eşcinseller arasında görülen AIDS; yayıldıkça cinsiyet fark etmeksizin, herkese bulaşan ve yakalanıldığı takdirde ölümün kaçınılmaz olduğu bir hastalığa dönüşür. Film, hastalığın ilk kurbanlarının yaşadıklarını konu edinirken tıp dünyasındaki çare arayışlarını ele alma biçimiyle oldukça dikkat çekici.

Geçirdiği beyin kanaması sonucunda fiziksel olarak hiçbir işini yerine getiremeyen Jean’in, ilginçtir ki beyin bölgesinde hiçbir hasar görülmez. Artık kullanabildiği tek organı yalnızca sol gözüdür. Ama o, dünyayı küçük bir mercekten görmesine rağmen hayatla olan ilişkisinden vazgeçmez. Hatta yalnızca sol gözünü kullanarak bir kitap bile yazar. Zor koşullarda yaşama tutunan bir insanın kendisiyle ve etrafıyla olan bu mücadelesini izlerken gözyaşlarınıza engel olamayacaksınız.

Film, Jack Nickolson’un beş dalda ödül alan muhteşem sinema klasiklerinden biridir. Filmde cezaevinden kurtulmak için akıl hastası taklidi yapan McMurphy’nin bu süreçte yaşadıklarını izliyoruz. Sevk edildiği hastanede bir mahkum ve gerçek akıl hastalarının kurduğu diyaloglar üzerinden sistem eleştirisinde bulunan film, oldukça etkileyici sahneler barındırıyor.